Uzay Nedir

Kendinizi bulutsuz, ılık bir yaz gecesinde çeşit çeşit ağaçlarla bezeli bir dağda hayal edin. Dağı kuşatan otlar, ağaçlar yemyeşil. Etrafta dağın yamacındaki suyun sesinden ve biraz ötelerdeki cırcır böceklerinin cızırtılarından başka ses yok. Arkanızda arkadaşlarınız çadırlarında uyuyor. Yanınızda akşam üzeri yakmış olduğunuz kamp ateşi ılık bir sıcaklık veriyor geceye. Gözlerinizi gökyüzüne dikiyorsunuz. Her bir tarafınız huzur dolu. İçinizden kamp yapmak için harika bir zaman seçmişiz diyorsunuz. Ucu bucağı olmayan gökyüzünde parlayan irili ufaklı yıldızlara bakarken aklınıza bir sürü soru geliyor. Birden içinde yaşadığınız Dünya’nın ötesini, atmosferin dışını şuan, gökyüzündeki yıldıza bakarken ki ana dek hiç bu kadar merak etmediğinizi fark ediyorsunuz. Bu sizi heyecanlandırdı. Aklınızda bir sürü soru: Bu yıldızlar da ne? Neden parlıyorlar? Acaba ne kadar uzaktalar? Peki ya sayıları? Gerçekten kimse bilmiyor mu? Nasıl yani sonsuz mu? On bin değil yüz bin değil. Sonsuz…Sonsuzluk? Artık merak ediyorsunuz. Nasıl sonsuz?
Acaba neler biliyorum diye bir sorguluyorsunuz kendinizi. Okulda fen dersini sevsem de sevmesem de, bilim insanı olsam da olmasam da gökyüzü ve onun ötesi uzay hakkında birkaç bir şey de olsa biliyorum. Mesela insan evlatlarının uzayı merakının astronomi bilimini ortaya çıkarttığını biliyorum diyorsunuz kendi kendinize. Ama bu kadarını bilmek şu an ki soru işaretlerinizi silip atmadı.
Bir iç çekerek rahatlıyorsunuz. Bu saçma sapan soruları ve düşünceleri bir kenara bırakıp parlayan bir yıldıza gözünüz takılıyor. Kaysa da dilek tutsam derken olağanüstü bir şey oluyor. O da ne? Parlayan yıldız hızla size yaklaşıyor. Işık büyüyor büyüyor ve her yer bembeyaz oluyor birden. Parlaklıktan kamaşmış gözlerinizi açtığınızda kendinizi kamp yaptığınız o güzelim dağda değil de uzayın boşluğunda buluyorsunuz. Duyuyor, görüyor hatta hissediyorsunuz. İşte şimdi tam burada zihinden ibaretsiniz. Olmadık bir durum içerisindesiniz. Biraz irkilseniz de rahat, hatta huzurlusunuz. Bir ses size burada merak ettiğiniz her sorunun cevabını bulabileceğinizi söylüyor. Acaba nasıl oldu, ne oldu da buraya geldim diye düşünmüyorsunuz. Cevabını merak ettiğiniz daha başka sorularınız da var. Uzay nedir? Uzay hakkındaki teoriler nelerdir? Sınırları nelerdir, gerçekten sonsuz mudur? İnsanoğlu uzay hakkındaki bilgileri nasıl ve kimler sayesinde öğrendi?
Evet şuan uzay boşluğundasınız. Biraz ürkütücü ama keşfetmek için can atıyorsunuz. Etrafta sizin gibi başka birileri de var mı diye merak edip önünüzdeki boşluğa doğru seslenmeye çalışıyorsunuz. Yalnız sesinizin çıkmadığını fark ediyorsunuz. O esnada uzayda, herhangi bir hava bulunmadığı için ses titreşimlerinin aktarılmadığını hatırlıyorsunuz. Etrafta derin bir sessizlik hakim. Anlıyorsunuz ki burada merak ettiğiniz soruların kabul edilmiş cevapları ve çeşitli teorileri mevcut. Unutmayın burada olağanüstü şeyler oluyor. Sizin ve diğer tüm bu sonsuz uzay boşluğunun meraklıları için büyük bir serüven başlıyor.
O zaman ilk sorunuzu hatırlıyorsunuz. Nedir uzay?
Uzayın, Dünya’nın atmosferi dışında ve diğer gök cisimleri arasında yer alan, gök cisimleri hariç, evrenin geri kalan kısmındaki sonsuz olduğu düşünülen boşluğa verilen isim olduğu gerçeğini kavrıyorsunuz. O anda soğuktan titrediğinizi fark ediyorsunuz. Okulda fen bilgisi öğretmeninizin uzaydaki ortalama sıcaklığın -270 santigrat derece olduğunu söylediği anı anımsıyorsunuz. O anda ne zamandır burada olduğunuzu merak ediyorsunuz. Arkadaşlarınız sizi çok merak etmiş olmalı. Uzayda insanların algıladığı gibi bir zaman kavramının olmadığını, zamanın sadece insanların algılarıyla yarattığı ve yaşamlarını kolaylaştıran bir kavram olduğunu hatırlıyorsunuz. Ve zaman düşüncesini bir kenara bırakıp etrafınızdaki sonsuzluğa odaklanıyorsunuz. Biliyorsunuz ki, uzayla ilgili birçok teori, araştırmaya ve teknolojik gelişmeye rağmen bu sonsuz boşluğun sınırları bilinmemekte. Hatta birçok araştırmacının evrenin sürekli genişlediğini öne sürdüğünü duymuştunuz. Aklınıza bir teori geliyor. Albert Einstein’ın görelilik teorisi. Einstein’a göre uzay elastike bir dokuya sahiptir. Cisimlerin bu elastike dokuyu bükmelerinden dolayı yerçekiminin olduğunu ileri süren kuramı hatırlıyorsunuz.
Önünüzde sayamadığınız kadar çok galaksi olduğunu görüyorsunuz ve bunların dışında milyarlarcası daha olduğu fikrine kapılıyorsunuz. Bu tahmini galaksilerin içinde de tahminen milyonlarca sistem, gezegen ve asteroid olduğunu anlıyorsunuz.
Peki tüm bu milyonlarca sistemler, gezegenler, asteroidler de neyin nesi? Ya evren?
Evreni kafanızda uzay ve uzayda bulunan tüm madde ve enerji biçimlerini içeren bütünün adı olarak tanımlıyorsunuz. Bu düşüncelere dalmışken tam o anda bir yöne doğru güçlü bir şekilde çekildiğinizi fark ediyorsunuz. Birde ne göresiniz? Dev gezegen Satürn’e doğru yol alıyorsunuz. O göz alıcı halkasının tek bir halka olmadığını; 7 grupta 30’dan fazla halka olduğunu ve bunların sandığınızın aksine buz parçalarından ve karbonlu tozlardan ibaret olduğunu öğreniyorsunuz.
Ama biliyorsunuz ki Güneş Sistemi’nde bu dev gezegenden daha büyük bir gezegen mevcut. Jüpiter. Onun göz alıcı büyüklüğüne karşın kendinizi ufacık hissediyorsunuz. Ona baktığınızda Jüpiter’in 350 yıldan fazla bir süredir devam eden meşhur Büyük Kırmızı Leke Fırtınasını görüyor ve dehşete kapılıp kendi etrafında en hızlı dönen bu gezegenden uzaklaşıyorsunuz.
Jüpiterin ve kızıl gezegen Marsın yörüngeleri arasında kalan 600 bin civarında asteroid ve cüce gezegenin arasından geçiyorsunuz. Artık biliyorsunuz ki asteroid cüce gezegen olamayacak kadar büyük olmayan uzay cisimleridir. Biraz önce bu cisimlerin oldukça farklı şekillerde olabileceğini de gözlemlediniz. Peki ya korkarak kaçtığınız dev gezegen Jüpiter ve diğer gezegenlerin asteroitlerden farkı ne? Gezegenlerin, bir yıldız (Güneş) etrafında yörüngeye sahip olduklarını, kendi yerçekimi için yeterli bir kitleye sahip olduklarını ve bunun içinde hemen hemen yuvarlak bir şekle sahip olması gerektiğini ayrıca komşu gök cisimlerinden net görülebilir oldukları için gezegen olduklarını artık biliyorsunuz. İnternette gördüğünüz bir haberi hatırladınız şimdi. Demek ki yakın zamana kadar en küçük gezegen kabul edilen Plüton artık bu nedenlerden dolayı gezegen sayılmıyor. Uluslararası Astronomi Birliği’nin haberine göre yerini Merkür aldı. Zavallı Plüton.
Gördüklerinizin her biri, güneş sistemimize bağlı 8 gezegenden biri. Dünya dışında bilinen hiçbirinde yaşam yok. Hadi şimdi Güneş Sistemine bir bakın. Bu sisteme adını veren çevresinde gezegenler ve asteroitler gibi çeşitli kozmik cisimler dönen Güneş, Samanyolu Galaksisi‘nde ki yıldızlardan yalnızca biridir. Galaksi mi? Kulağa hoş geliyor. Biliyorsunuz ki; Galaksiler kütle çekimi kuvvetiyle birbirine bağlı yıldızlar, yıldızlararası gaz, toz ve plazmanın meydana getirdiği yıldızlararası madde ve şimdilik pek anlaşılamamış karanlık maddeden oluşan sistemdir. Galaksiler çeşitli çoklu yıldız sistemlerini içerir. Tıp ki bizim içinde bulunduğumuz bir nevi bizim de evimiz olan Samanyolu Galaksisi gibi.. Samanyolu Galaksisi’nin kalbine bakan Hubble Uzay Teleskobu, yarım milyondan fazla yıldızdan oluşan zengin bir doku ortaya çıkardı. Hadi biraz Samanyolu Galaksisinin merkezine doğru ilerleyin. Görmüş olduğunuz bu yoğun ve büyük yıldızlar kümesinin merkezinde ise süper kütleli bir kara delik var. Ne bir kara delik mi hemen uzaklaşın buradan. Halk arasında ağızlarda dolaşan; bir kara deliğin etki alanına girerseniz buradaki tüm madde ve radyasyon gibi geri dönüşü olmayan bir şekilde yutulursunuz sözünü duymuştunuz. Evet; kara delikler normalde gayet iyi işleyen fizik yasalarının artık burada geçerli olmadığı uzay bölgesidir. . Ama bir kara deliğin içine düşen maddenin ne olacağı ile ilgili henüz kimse net bir cevap vermemiştir.
Hayranlıkla güneş sistemini gözlemlerken ve aklınıza güneş sisteminin nasıl oluştuğu ile ilgili söylenen teoriler geliyor. Yıldızlar, kendi radyasyonunu üreten muazzam gaz topları biliyorsunuz ki devasa bir yıldızın patlaması sonucu yeni bir yıldız sistemi oluşabilir. Bu patlamalar elementleri evrenin her tarafına yayabiliyor. Bunun örneği de tam karşınızda. Yine fen bilgisi dersi aklınıza geliyor ve burada en çok kabul gören ‘’ Big bang’’ teorisini konuştuğunuz günleri anımsıyorsunuz. Neydi Big Bang teorisi? Fen bilgisi öğretmeninizin anlattığına ve büyük çoğunlukla kabul edilen teoriye göre, Büyük patlama teorisi, yaklaşık 13.8 milyar yıl önce evrenin tek ve belirsiz bir hacme sahip bir noktadan (tekillikten) hızla genişleyerek bugünkü halini almıştı. Büyük Patlama Teorisi, ilk oluşan galaksilerin içerdiği yıldızların ağır elementlerce (astronomlar için, hidrojen ve helyum dışındaki her element ağırdır, metaldir) fakir olduğunu, bugün bildiğimiz oksijen, silisyum, karbon gibi elementlerin bu yıldızların patlamaları sonrasında ortaya saçıldığını anlatıyordu. Buna göre, ilk yıldızlar büyük oranda hidrojen ve helyumdan oluşuyordu ve ağır elementler içermiyorlardı. Aradan geçen milyarlarca yıl içinde bu ilk (ve büyük kütleli) yıldızlar patlayarak çekirdeklerinde oluşan karbon, oksijen, azot, silisyum ve demir gibi bugün periyodik tabloda gördüğümüz ağır elementleri uzay boşluğuna saçtı. Sonraki kuşak yıldızlar, yıldızlararası boşluğa saçılan bu ağır elementleri de içerdiği için kayalık yüzeye sahip ve yaşamı destekleyebilecek gezegenler de içeren yıldızların oluşması mümkün olmuştu.
Peki bu kanıya, yani “evrenin genişlediği” fikrine nereden varmıştık?
Sınıfta Doppler etkisi kavramından konuştuğunuzu hatırladınız. Dopler etkisi, ışığın veya sesin, yani bir “dalga”nın uzaklaştıkça dalga boyunun büyümesi, yakınlaştıkça küçülmesiydi. Etrafınıza baktınız. Çok Uzaklarda Mavi ve kırmızı renklerde parlayan yıldızları gördünüz. bir ışık kaynağı sizden uzaklaşıyorsa, ışığın giderek kırmızılaştığını, yaklaşıyorsa mavileştiği gerçeğini hatırladınız. Tıpkı sesin uzaklaştıkça “pes”leşmesi, yakınlaştıkça “tiz”leşmesi gibi. Öyleyse uzak galaksi kümelerinin ışıkları hafifçe kırmızıya doğru kayıyorsa, bizden uzaklaşıyor olmalılar dediniz kendi kendinize. Eğer öyleyse gökyüzünün her yanındaki uzak galaksi kümeleri bizden uzaklaşıyorsa, aslında evrenin genişlediğini düşünebiliriz. Big bang teorisi bunu anlatıyordu. Siz bunu gözlemlediniz.
Peki Güneş sonsuza dek denge durumunda mı kalacak? Yıldızımızın merkezi günün birinde atom yakıtını tüketince ne olacak? Bir sonu yok mu? Bildiğiniz gibi; bilim insanları yıldızımızın merkezinde kalan hidrojenin miktarını tahmin ederek sona dair gerçekleşmesi beklenen patlamanın ne zaman gerçekleşeceğini öngörebiliyorlar. Çıkan sonuca göre Güneş bundan 5 milyar yıl kadar sonra, üç günlük bir yanılma payıyla, bir Perşembe günü patlayacak.
Yavaş yavaş yolculuğun sonuna geliyorsunuz. Son birkaç sorunuz var: İnsanlar tüm bunları nasıl ve kimler sayesinde öğrendi? İnternette bir sitede daha önce görmüştünüz ya da mutlaka birkaç insandan duymuştunuz. Şimdi onları bir hatırlayın. Gülümsüyorsunuz, mesela Amerika Birleşik Devletleri’nin uzay programı çalışmalarından sorumlu olan kurum NASA (Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi) var diyorsunuz. Aa bir de Uluslararası anlamda astronomlar tarafından, yıldızların, gezegenlerin ve diğer gökbilimsel cisim ve olguların isimlendirilmesi konusunda sorumlu resmi makam ve astronominin resmi kurulu olarak kabul görülen Uluslararası Astronomi Birliği var diyorsunuz. . Bu birliğin dünyanın pek çok yerindeki ulusal astronomi topluluklarını birleştirdiğini duymuştunuz. Biliyorsunuz ki insanlık gelişimiyle beraber uzayı hep daha çok merak etti ve bir şekilde uzaya çıkmaya çalıştı. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra SSBC ve Amerika’nın uzay teknolojisindeki çekişmesine şahitlik ettiniz. Bu çekişmeler tabi ki de insanlık için faydalı oldu. Günümüzde gelişmiş devletlerin, devasa teleskoplar kurarak ve uzaya son teknoloji uydular göndererek uzayın daha derinlerine gitmeyi amaçladığını ve uzayın sınırlarına ulaşmayı hedeflediğini duydunuz. Böylece merakını gidermeye başlayan insanlar bununla yetinmeyip uçarak daha fazla bilgi toplamak istediler. İnsanlığın uçmayı keşfetmesiyle Dünya’yı çevreleyen yakın uzay hakkındaki bilgiler, daha da artmaya başladı. Nihayet, güçlü füzeler, yapma uydular, Ay ‘a insanlı ya da insansız araçlar gönderilmesi, yapay uydular geliştirilmesi, çok güçlü radyo teleskoplarla uzayın derinliklerinin araştırılması, 20. yüzyılın ikinci yarısında insanlığın uzay hakkındaki bilgilerini önemli ölçüde genişletti. SSCB, 1957 yılında üç kademeli Vostok roketleri ile “Sputnik” adındaki ilk yapma uyduyu Dünya çevresinde yörüngeye oturtarak uzay yarışında öne geçmişti. Yuri Gagarin’in 12 Nisan 1961 tarihinde SSCB’nin uzaya gönderdiği ilk insan olduğunu anımsıyorsunuz. Bu arada, insanların uzay boşluğuna yerleşmelerini sağlamak, uzayı uzaydan izlemek, Dünya üzerinde haberleşme kolaylıkları sağlamak için binlerce uydu yörüngeye yerleştirildi ya da uzayın boşluğuna fırlatıldı. 1969 Temmuzu’nda Ay’ın ABD’li astronotlar tarafından fethedilmesinin uzay çalışmalarında en önemi adımlardan biri olduğunu hatırlıyorsunuz.
Şimdi aklınıza bazı isimler gelmeye başlıyor. Yaklaşık M.Ö. 200 yıllarında Dünyanın çevresini yaklaşık olarak doğru hesaplayan Eratosthenes, Dünyanın ilk rasathanesini kuran Ömer Hayyam, Dünyanın ve diğer gezegenlerin güneşin etrafında döndüğünü ilk kez dile getiren astronom Nicolaus Copernicus ve modern astronominin kurucusu olarak kabul edilen teleskopla ilk defa gözlem yapan Galileo Galilei. Hatırlamaya devam ediyorsunuz; gezegenlerin hareketlerini açıklayan kendi adıyla anılan 3 temel yasa ortaya koyan Johannes Kepler ve evrensel kütle çekimini ve hareket kanunlarını ortaya koyan tarihteki en etkili bilim insanı Isaac Newton. Aklınıza Kuantum kuramını geliştiren, termodinamik yasaları üzerinde önemli çalışmaları bulunan, Planck sabiti ve Planck ışınım yasasını ortaya koyan bilim adamı Max Planck geliyor. Işık hızı, özel ve genel görelilik kuramları, kütle-enerji eşdeğerliği ve benzeri birçok çalışmayla Newton mekaniğinin hakimiyetini yıkmış ve uzay konusunda devrim niteliğinde çalışmalar yapmış Albert Einstein’ı unutmuyorsunuz tabi.
Hafızanızı biraz daha zorladığınızda, evrenin sürekli genişlediğini ispatlayan, yıldızların uzaklaştıklarını bize ulaşan renklerindeki farklılaşmalar sayesinde ortaya koyan, Samanyolu’ndan farklı galaksiler de olduğunu ispatlayan Edwin Hubble ve büyük patlama teorisini ilk ortaya atan rahip ve bilim insanı Georges Lemaitre’ i hatırlıyorsunuz. Cosmos kitabı, televizyon serisi ve Mesaj adlı romanıyla uzayda yaşam olabileceğini ve kainatta insanın yerinin daha iyi anlaşılmasına hizmet etmiş Carl Sagan’ı duymuştunuz. Bu kitapları okumalıyım diyorsunuz kendi kendinize. Ve aklınıza son bir isim geliyor. Stephen Hawking… Evrenin büyük patlamayla başlayıp kara deliklerle sonlandığını gösteren, genel görelilik kuramı ile kuantum mekaniğinin birleşmesi gerektiğini dile getiren, yazdığı ‘Zamanın Kısa Tarihi’, ‘Ceviz Kabuğundaki Evren’ gibi kitaplarla milyonlarca okuyucuya ulaşan İngiliz bilim elçisi Hawking.
Yolculuğun sonuna geldiğinizin farkındasınız. Bu uçsuz bucaksız evrenin her bir noktasını hafızanıza kazımak istercesine etrafınıza son bir kez bakıyorsunuz. Tüm bu yolculuk muazzam bir deneyimdi öyle değil mi? Kim böyle bir gezintiye çıkmak istemez ki? Öyleyse kendinize bir söz verin Evren hakkındaki daha bir sürü bilgiyi okuyup öğrenip ve araştırma yapacağım diye. Şimdi gözlerinizi kapatın tekrar açtığınızda kendinizi gökyüzüne baktığınız yerde bulacaksınız. Kamp ateşiniz sönmek üzere gece serinliğiyle örtüyor ormanı, her yer sükunet içinde..
Uzay hakkında bilinenler ve merak edilenleri hikayeleştirerek yazdığım yazımda sizleri kısa da olsa bilgilendirebildiysem ne mutlu bana. Uzay ve uzay hakkında yazılacak, okunacak, araştırılıp öğrenilecek, keşfedilecek daha o kadar çok şey var ki. Umuyorum ki insan evladının içindeki merak duygusu bilimi ve insanlığı daha çok ileriye götürecek. Unutmayın bu ucu bucağı olmayan sonsuzlukta bizler birer noktayız. Nokta dedimse önemsiz olduğumuz anlamını çıkarmayın sakın. Bu mükemmel düzenin, sonsuzluğun bir parçası olmak gururlandırsın hepimizi. Bulunduğunuz noktada tıpkı uzay boşluğundaki bir yıldız gibi parlamanız dileğiyle.
Yazan: Kıymet Gökçen Bulut